Tam Olmak İstediğim Yerde...
Her gün geçtiğim İstiklal caddesinde yürüyorum. Her gün aynı yüzler aynı saatte aynı yerde. Karşı kaldırımda çocuğunun servisini bekleyen anne… Bastonuyla düşmemek için kontrollü giden gözleri görmeyen orta yaşlı adam… Birbirlerine hep küs yürüyen o çift… Işıklarda yeşili bekleyen kırmızı vosvoslu kız… Caddenin son köşesinde boya sandığını yerleştirmiş o genç çocuk… Hepsi aynı yerde ve aynı saatte… Aslında hepsini tanıdığım hiçbiriyle bir kelime dahi konuşmadığım onca insanın arasından geçip gidiyorum.
Bu defa işe değil adımlarım. Uzaklara, yosun kokan kıyılara gidiyorum. Sessiz, yalnız, etrafımı seyrederek. Yeniden tren istasyonundayım, seviyorum bu nostaljiyi; sallanan eller, özlemle sarılanlar, hatta gözü yaşlı geride kalanlar. Kalkmaya yakın derin bir hüzün kaplıyor gidenleri ve geride kalanları. O an şunu düşünüyorum; gitmek mi kolaydı, geride kalan olmak mı? Ya da farkı var mıydı? Neyse ki çok derine dalmadan kalkıyor tren. Uzun bir yolculuk bu sanıyorum yanıma aldığım ‘Mülksüzler’ adlı kitabı bitirmek için epey zamanım var. Başlıyorum ve daha kitabın başında bir cümleye ilişiyor zihnim. ‘Dünya altından kaymış ve yalnız bırakılmıştı. Her zaman bunun olacağından korkmuştu, ölümden korktuğundan da çok. Ölmek, kendini yitirmek ve diğerlerine katılmaktır. O ise kendini kurtarmış, diğerlerini yitirmişti.’ Yalnızlığın tarifiydi bu.
Bir süre sonra uyuyanlar, ağlayan çocuğu yüzünden çevreyi rahatsız ettiğini düşünüp strese giren anne… Sadece izliyordum. Yüzlerine baktığımda insanların ruh hallerini tahmin etmek zor değildi benim için. Bu kadar empat olmam belki kendime zarardı ama elimde değildi. Kitabımı okumaya devam ederken, etraftan duyduğum onca ses zihnimi toplamama elvermiyordu. Kitabı kapatıp yine insanları izlemeye başladım. Garip bir duygu kaplıyordu içimi; sanki yine herkesi tanıyordum, ama ben onlar için görünmezdim. Hoşnuttum bu durumdan ne kimse bir şey sorsun istiyordum, ne de bir cevap verme kaygısı içinde olmak… Herkes öylesine dalmıştı ki hayatına çevresinde olup bitenin farkında bile değildi.
Camdan dışarı izlerken her şey bir anda beliriyor ve bir anda kayboluyordu tıpkı hayatımızda olanlar gibi. Kaygı; içimizde taşıdığımız o bir türlü atamadığımız gelecek kaygısı. Daha yarının garanti olup olmadığını bilmeden beş yıl sonrasının hesabını yapmak saçma geliyordu. İşte tren ilerliyordu ve geride kalan her şey karanlığın içinde kayboluyor, geçmişe karışıyordu… Ama ben ne geçmişe dalmak istiyordum ne de gelecek sularda boğulmak… Düşünceler kafamda belli belirsiz beni oyalarken son istasyona geldiğimi fark ediyorum. Yine o özlem dolu kucaklaşmalar ve yalnız başına kalabalığa karışıp gözyaşlarını saklamaya çalışanlar… Ben fark ediyordum… Onlar beni fark etmiyordu.
